Buralara yaz erken geldi bu sefer. Yol kenarlarındaki, dağlardaki, tepelerdeki ağaçlar renkten renge bürünmeye başladı. Neredeyse aynı anda hem kışın, hem baharın hem de yazın renklerinin her tonunu görmek mümkün etrafta.
Ama ağaçlardaki yeşillenmeye karşın, otlar neredeyse sıcaktan sararacak.
Çok yakınımızdan geçen ve adını bulunduğumuz köyden alan dere de daha sakin akmaya başladı. Kışın iki sefer taşmıştı oysa. Doğanın gücünü asla küçümsememek gerektiğini bu derenin taşkınını gördüğümde hafızama bir kez daha kazıdım. Daha iki ay evvel dakikalar içinde karayolunu kaplayıvermişti sular. Adını aldığı köy gibi deli dolu olan bu derenin kenarında ufak tefek evler, bir iki de metruk bina var. Bunlardan bir tanesi eski bir halı ve çamaşır yıkama fabrikası.
Bu "fabrika" lâına da bir türlü anlam veremiyorum. Ne üretiliyor da fabrika diyoruz buna? Olur olmaz her şeye kendimizce isim verme merakımızın bir neticesi mi? Adliye Binası ya da sadece Adliye değil de Adliye Sarayı, Baklavacı değil de Baklava Sarayı, Halı Yıkamacı değil de Halı Yıkama Fabrikası.
Bir de hemen her şeyi uzay ile tanımlama özelliğimiz var. Kafes şeklinde yapılan çatılar için Uzay Çatı, tasarımı birazcık farklı olan otomobiller için Uzay Kasa.
Artık bunlara Kozmik kelimesini de eklesek nasıl olur? Kozmik Oda'dan sonra meselâ, "Kozmik Simit Sarayı" olamaz mı? (Bakın hem "kozmik"i hem de "sarayı"nı bir arada kullandım.)
Bu eski ve şu anda çalışmayan Halı Yıkamacının neden derenin kenarında kurulduğu, çalıştığı yıllar içinde çıkan suların nerelere gittiği, bu suların ne gibi etkiler yapmış olabileceği de şu anda konumuzun dışında tabii. Konumuz Faruk. Nam-ı diğer "O iş yattı Faruk".
Bu lâkapı Gora filminden aşırarak ben taktım ona. Şu anda belki herkes kullanmıyor ama uymadı da değil hani. Zira bu Faruk'un da işleri filmdeki Faruk gibi hep yatıyor. Bazılarımızın sıkça başına geldiği gibi yani.
Göbekli ve kır saçlı bir adamdır Faruk. Dış görünüş itibariyle ünlü çizgi roman kahramanı Galya'lı Hopdediks'e benzer. Sadece bıyıkları ve örgü saçları yok. Düşündüm de ne kadar çok Hopdediks var bu bölgede. Bir de Bergama'da vardı hatırlarsanız. Bu bir tesadüf müdür bilemiyorum. Bundan başka kendine has bir Ege şivesi olan Faruk konuşurken, eğer gözlerinizi kapatırsanız, pekâlâ Egeli bir Halit Akçatepe konuşuyor gibi hissedebilirsiniz.
Faruk, halı yıkanan bu binada ilk zamanlar belli bir ücret karşılığında ailesiyle beraber bekçilik yapar, geçinir gidermiş. Zaman içinde ve kapitalizmin cilveleri neticesinde şartlar değişince yıkama işi sona ermiş, patronlar da verdikleri üç beş kuruşu kesmiş. O da artık, hanımı Pembe Abla ve yanlış evlilik yapıp koca dayağına dayanamayarak baba evine dönen dul kızları, köpekleri Arap, kedileri ve tavuklarıyla beraber para almadan bekçilik karşılığı oturmaya başlamış burada.
Geçtiğimiz kış dere kendinden geçip sağında solunda ne varsa sürüklemeye başladığında evini su bastı Faruk'un. Pek çok eşya kullanılamaz hale geldi. Ama yapılan tespitler neticesinde zararı devlet tarafından tazmin edilince o ana kadar kederinden içen Faruk, parayı alınca neşeden içmeye başladı.
Havayı ısıtmak konusunda bu defa çok aceleci davranan doğa annenin, yaptığı hatayı fark etmiş gibi, gökyüzünü bulutlandırmak suretiyle hava sıcaklığını mevsim normallerine döndürmeye çabaladığı hafif kapalı ama ılık bu Nisan sabahında "O iş yattı Faruk", ayakları bağlanmış ve tepetaklak edilmiş üç tavukla, erkenden başımıza dikiliverdi.
Faruk'un tavukları, cüsse olarak kendilerinden daha küçük olan, ama doğanın kendine bahşettiği gücü ve şiddet dürtüsünü kullanmaktan çekinmeyen cebbar bir horoz tarafından sakatlanmışlardı. Yapılacak şey belliydi. Tavuklar mundar olmadan kesmek. Ellerinde, ters tuttuğu tavuklarla "O iş yattı Faruk" tavukların boğazlanarak bir an evvel yemeğe ve paraya tahvil edilmesini istiyordu. Ama bir sorun vardı. Tavuk kesemiyordu Faruk. Çünkü O iş yattı Faruk'u kan tutuyordu. Daha önceki birkaç tavuk boğazlama girişimi bayılmayla neticelendiği için Faruk bu işten vazgeçmişti. Kesecek birini de şu ana kadar bulamamıştı. Bu yüzden de tavuk boğazlayabilecek birini bulurum umuduyla yanımıza gelmişti.
Ancak, Faruk yardım isteğini neredeyse yakarış şekline çevirmesine rağmen yine de kimse yanaşmıyordu. Önce hayvan severliği tescilli olan Cumhur Abi'de denedi şansını, ama reddedildi. Cumhur Abi, torun torba sahibi, çevresine karşı oldukça sevecen ve ziyadesiyle vicdan sahibi bir insandı. Ancak Cumhur Abi'nin hayvan sevgisi hayvan öldürmeyi reddetmesinden dolayı tescilli değildi. Kırsal bölgelerdeki bazı delikanlılarda rastlanan türden, ergenlik çağlarından kalma alışkanlıklara dayalı bir sevgiydi onunki. Tavuk boğazlamayı reddetmesi de sadece üzerine kan sıçramasından çekindiği içindi. Yoksa Cumhur Abi, evinin çevresinde çoğaldığını düşündüğü kedileri, "mayın" adını verdiği ve elleriyle hazırladığı çeşitli kimyasallarla yok etmek konusunda oldukça tecrübeliydi. Belki de içimizdeki yok etme dürtüsünün genlerimize kodlanmışlığının bir ispatıydı Hayvansever Cumhur Abi.
"O iş yattı Faruk" bu kez de o ana kadar olaya müdahil olmak konusunda isteksiz davranan ve lâkabı Tertip olan İbrahim'le sabah çayını içmekte olan Garson Tahir'e yalvardı. Ama Tahir hayatında sadece bir kez yaptığı böyle bir eylemi tekrar edemeyecek kadar duyarlı bir genç olduğu için kesinlikle kabul etmedi. Bu girişimi de sonuçsuz kaldı Faruk'un. Tertip İbrahim, Hayvansever Cumhur Abi, Garson Tahir ve O iş yattı Faruk, Ege'nin müstesna bir kasabasının doğadan yana zengin, insanlıktan yana fukara bu köyünde tavuk boğazlama konusunda adeta bir tulûat gösterisi sergilemekteydiler.
Her şeye rağmen bana yaşama sevinci veren, kapalı olmasına rağmen içimi umutla dolduran ılık ve renkli bir bahar sabahında, her biri hem fizik hem de karakter olarak birbirinden çok farklı olan bu insanlar ve ortalarında, ayakları bağlanmış, korku dolu gözlerle bakan ve ara sıra gıdaklayan üç tavuk, hayatın garipliğine, komikliğine ve bir o kadar da trajikliğine dair saf bir nümune olarak karşımda duruyordu.
O esnada, her sabah olduğu gibi o sabah da sigarasını, ekmeğini ve önceden ayırttığı gazetesini almak üzere Cemal Hoca geldi. Emekli bir öğretmen olan Cemal Hoca, son derece ağır hareket eden biriydi. Bir ekmek, bir gazete ve bir paket sigara alması beş dakika sürerdi. Ağırkanlı Cemal Hoca, "O iş yattı Faruk" bu sefer de kendisinden ricacı olunca ağırkanlılık konusunda o güne kadar oluşan haklı şöhretini bir anda silip atma pahasına harekete geçti. Talep ettiği iki kasap bıçağını birbirine son derece çevik ve usta hareketlerle sürterek keskinliğinden emin olduktan sonra, "O iş yattı Faruk" ve tavuklarla beraber binanın arkasındaki tarlaya doğru gitti. Cemal Hoca'nın yaşamdaki yavaşlığı, ölüm söz konusu olduğunda hayret verici biçimde sürate dönüşüvermişti.
Böylelikle, bu dünyaya ait olmaktan çok, bir Salvador Dali resmine ya da bir Emir Kusturica filmine aitmiş gibi duran bu sahnenin sonunu da Ağırkanlı Cemal Hoca getirmiş oldu.
Bense geride kalan manzarayı düşünmemeye çalışarak, dükkâna doğru yürüdüm. Cemal Hoca'nın ekmek, gazete ve sigaradan oluşan günlük siparişini hazırladım. Sonra klavyenin başına geçtim ve içimde, güneşli bir sabah daha görebilme ümidiyle birlikte tuhaf bir sıkıntı olduğu halde parmaklarımı tuşların üzerinde gezdirerek yazmaya başladım:
Üç Tavuk...
Enter...

0 yorum:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails