Elli kuşağı çizerleri ve Ali Ulvi

Karikatürist Ali Ulvi Ersoy'u kaybedeli 10 yıl oldu.
Dostum, ustam, değerli bir ağabeyimdi.
1940 yılında başladığı çizerlik hayatının önemli bir bölümünü öldüğü güne kadar Cumhuriyet'in birinci sayfa karikatüristi olarak sürdürdü Ali Ulvi. O gitikten sonra da bir daha o çapta bir gazete çizeri gelmedi.
Bence Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi gazete karikatüristi idi. Karikatüre ilk başladığım yıllarda çizgilerinden etkilendiğim tek kişidir diyebilirim.
Çizerlerin çok azında bulunan derin bir bilgi birikimi ve entelektüel sezgisi vardı. Hoşsohbet biriydi de aynı zamanda. Onunla konuşurken zaman çok hızlı akardı.
"50 Kuşağı Çizerleri" denirdi Ali Ulvi ve akranlarına. Siyasî ve estetik duyarlığı epeyce yüksek bir çizer kuşağıydı bu. Turhan Selçuk, Ferruh Doğan, Altan Erbulak, Ferit Öngören, Oğuz Aral, Suat Yalaz, Nehar Tüblek, Mim Uykusuz, Yalçın Çetin o kuşaktan aklıma ilk gelenler.
Bir de Ayhan Işıyan'ı unutmamak lâzım tabii. Yani çizgi romancı olarak başladığı kariyerini daha sonra sinema oyuncusu olarak sürdüren Ayhan Işık'ı...

Kaldırımdaki Picasso resimleri

Gençliğinde bir ara Ayhan Işık'la birlikte Hollywood'a gidiyor Ali Ulvi. Biri aktör, diğeri afiş ressamı olarak şansını denemek için.
Ali Ulvi birkaç film afişi yapmayı başarıyor ama Ayhan Işık galiba o günün piyasasında küçük bir rol bile kapamıyor.
O işsizlik ve can sıkıntısı günlerinden birinde Ali Ulvi ilk çocuğuna hamile olan eşiyle birlikte bir otel odasında pineklerken, bir yandan da önündeki kâğıtlara modern resim özentisi eciş bücüş bir şeyler çiziktiriyor vakit geçsin diye.
Sonunda sıkılıyor. Resimlerin hepsine "Pablo" diye imza atıyor ve pencereyi açıp hepsini birkaç kat aşağıdaki sokağa fırlatıyor.
Kâğıtlar salına salına uçarak saçılıyorlar cadde ve kaldırıma. Kimse dönüp bakmıyor bile.
Ali Ulvi dirsekleri pencerenin pervazında gelip geçenleri seyrediyor.
* * *
Derken sokağın ucunda siyah pardesülü bastonlu keçi sakallı bir adam görünüyor.
O da hiç ilgilenmeden resimlerin üstüne basıp geçecekken, nedense eğilip bir tanesini eline alıyor. Gözlüğünü burnunun ucuna daha da yerleştirerek incelemeye başlıyor.
Birkaç saniye kayıtsızca resme baktıktan sonra tam yere atacakken resmin altındaki "Pablo" ismine takılıyor gözü.
Çok heyecanlanıyor. Gören kimse var mı diye etrafını kolaçan ediyor bir süre. İzlenmediğini anlayınca mal bulmuş magrıbî gibi sokağa saçılmış kâğıtları tek tek toplayıp imzalara bakıyor.
Resimlerin hepsinin üstünde aynı imzayı gördükçe heyecanı daha da artıyor adamın. Yerde bir tane bile bırakmamacasına topluyor. Ne var ne yoksa. Ve elindekileri çantasına tıkıştırarak kaçar gibi uzaklaşıyor oradan.
* * *
Ali Ulvi pencereyi kapatıp içeriye giriyor.
Bir anda ona da değerli görünmeye başlıyor az önce sokağa saçtığı çizimler.
Oturup yenilerini çiziyor.

Hafiye öyküleri

Dönemin iktidarlarının neredeyse her yazar ve gazetecinin peşine hafiye taktıkları istibdat yılları o yıllar. Karikatüristler de bu hafiye takibinden azade değil. Nereye gitseler peşlerinde gölge gibi takip eden birileri oluyor.
Kendilerini gizlemek için çok çaba harcamayan bu devlet memurları kılık kıyafetleri ve davranışlarıyla zaten apaçık belli oluyorlar.
Ne var ki yazar çizer milleti gittikleri her yerde kalabalık bir hafiye ordusuyla karşılaştığı için artık bu durumu kanıksamış. İki taraf da birbirlerinin farkında değilmiş gibi davranarak dirsek dirseğe oturuyorlar meyhanelerde.
Zaten gizleyecekleri hiç bir şey yok. Fikirleri gazetelerde.

"Masaya buyursaydın"

Bir akşam birkaç yazar çizer Sirkeci'deki bir meyhanede demleniyorlar. Tabii ki günün siyasî olayları da konuşuluyor masada.
Hepsi de alışmış ya polis tarafından izlenmeye, aldırmıyorlar.
Yan masalardan birinde bir adam, o tarafla ilgilenmiyormuş gibi yaparak konuşulanları dinliyor. Sadece dinlemekle kalsa iyi, masanın altında saklamaya çalıştığı minik bir deftere harıl harıl not tutuyor.
Ali Ulvi'nin fırlamalığı tutuyor, sesleniyor adama:
"Birader, buyur birlikte bir bira içelim."
Adam elini saygıyla göğsüne götürüyor.
"Sağol abi, görevdeyim."
* * *
Yine bir başka akşam. Belki aynı meyhane, belki bir başkası.
Yan masada oturan ve konuşulanları işitebilmek işin aşırı çaba harcayan kişinin o hali komik geliyor masadakilere. İçlerinden biri gene kendini tutamayıp lâf atıyor adama.
"Hişt birader, oradan iyi duyamazsın, masaya buyur istersen."
Davetteki ironiyi anlayamayan hafiye not aldığı defterini yere düşürüyor sevinçten.
"Sağol abi."
Hemen gelip ilişiyor masanın ucuna.
Birbirlerine bakıyor bizimkiler.
Gecenin kalanını havadan sudan konuşarak geçiriyorlar.

Ali Ulvi ve gölgesi

Yazar Sabahattin Ali'nin kitabına uydurulup sınırda kim vurduya getirildiği zamanlar.
Karikatürist Ali Ulvi'yi de o aralar peşinden hiç ayrılmayan biri gittiği her yerde adım adım izliyor.
Ne yaklaşıyor ne uzaklaşıyor, hep aynı mesafede.
Her ne kadar takip edilmeye alışkınsa da, karanlık sokaklarda da gölge gibi izlenmekten rahatsız oluyor Ali Ulvi. Çünkü biliyor ki bu kadar yakînen izlenmesini gerektirecek hiç bir vukuatı yok. Ve bu kadar sıkı bir izleme pek hayra alâmet değil.
O nedenle de bir parça huylanmaya başlıyor "yoksa beni de mi bir kuytuda 'faili meçhul' yapacaklar'" diye.
* * *
Bir akşam bu adam yine peşindeyken, bir köşeyi dönüyormuş gibi yapıp pusuya yatıyor enselemek için.
Kurulan tuzaktan habersiz kendisini izleyen gölge köşeyi döner dönmez karşısında Ali Ulvi'yi buluyor.
"Beni takip mi ediyorsun sen?"
Ali Ulvi de maaşallah, 1.90'ın üzerinde boyuyla gemi aslanı gibi bir adam. Üstelik az biraz judo çalışmış gençliğinde.
Kaçmaya yelteniyor adam ama Ali Ulvi kocaman elleriyle paltosundan kavrıyor.
Adam direniyor, Ali Ulvi bırakmıyor. Ufak bir boğuşma geçiyor aralarında. Tıknaz ama yine de sağlam olan adam sonunda paltoyu geride bırakıp sıvışıyor.
Ali Ulvi arkasından koşuyor ama yetişemiyor, hafiye izini kaybettiriyor karanlıkta.

0 yorum:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails