
"Bakın hele, buralarda da hayat varmış."
Ormanın içinde, ağaçların altına yayılmış tek katlı evler; ekili biçili bahçeleriyle, kümes hayvanları, keçileri, koyunları, inekleriyle, yemyeşil büyük bir orman köyü gibi görünüyordu. Böyle bir yerde yaşamak, çoğunun özendiği bir şeydi. Bu doğa, bu evler ve bu hayatlar üzerine yol boyunca hikâyeler anlatılıyor, eski günlere gidip geliniyor, tam neşelenip coşulmuşken, herkese bir hüzün çöküveriyor, velhasıl birkaç seneye varmaz, ne bu evlerden, ne bu yeşillikten hiç bir şey kalmayacağı fikrinde herkes birleşiyordu.
Her sabah işe giderken ve her gece işten dönerken, o sohbetleri dinlemek; yarım saatliğine de olsa şehrin çoktandır unuttuğu bir tenhalığın içinden geçmek; neredeyse dokunulmamış, neredeyse sahipsiz, huzurlu, sessiz, bu harikulade loş güzelliği solumak; hoşuma gidiyordu.
Her sabah işe giderken ve her gece işten dönerken, aynı sekizlik dolmuşta, bazen aynı koltukta yan yana oturduğumuz, Kanlıca'nın en güzel kızıyla birlikte geçiyorduk o yolları.
Birbirimizle hiç konuşmuyorduk. Bir kere bile selâmlaşmadık, bir kere bile göz göze gelmedik. Ama bir tek ikimiz iniyorduk Kanlıca'da.
Diğer yolcular, Üsküdar'da binip Paşalimanı, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kuleli, ya da Kandilli'de birer birer iniyorlar, kalanlar da Çubuklu'ya, Beykoz'a kadar gidiyorlardı.
Sanki sessiz bir anlaşmayla sıraya koymuştuk şoföre seslenme işini. Bir gün o diyordu, ertesi gün ben. "Sağda müsait bir yerde ineyim."
Ama ilk o üstlenmişti bu görevi. İlk gün yeni yola alışamadığımdan ve şoförün "Kanlıca yolcuları kalmasın" diye bağırdığını duyduğum halde anlayamadığımdan, az kalsın Çubuklu'ya kadar gidecektim.
İnmiş, dolmuşun kapısına yapışmış bekliyordu. Hepimiz ona bakıyorduk. Şoför "Kapıyı kapatın da gidelim" deyince, dolmuşun içine eğildi ve bana "Siz de Kanlıca'da inecektiniz" dedi.
Önümde, bir yerlere yetişircesine hızlı hızlı yürüyordu. Aradaki mesafeyi açabilmesi için ağırdan alıyordum ben de. Paketi çıkarıp bir sigara yakıyor, sokağın ortasında durup boynumu kırtlatıyor, havaya bakıyor, oyalanıyordum.
O, sahile inen yolun tam köşesine gelince, hep aynı şeyi yapıyordu. Birden arkasına dönüp bakıyor, onu takip edip etmediğimi görmek istiyordu.
Etmiyordum işte. Köşeyi dönsün, sahile, ışıklı yola çıksın, gözden kaybolsun diye bekliyordum sadece.
Ama sahil yolu, deniz kenarı, Osmanlı'dan bu yana belki de ilk kez böylesine ıssızdı. Ne bir araba, ne bir insan, in cin top oynuyordu. Hele geceleri, işten döndüğümüz kış geceleri, uzayıp giden kıyı boyunca göz alabildiğine boştu, bomboştu. Evlerin ve ağaçların ürperti veren gölgeleriyle, denizden gelen yakıcı ayazla, suyun üstünde hızla kayan şekilsiz karanlık bir akıntının asfalta vuran azgın dalgalarıyla, çok korkutucuydu.
Korkuyordu. Dönüp dönüp arkasına bakıyor, hâlâ orada mıyım diye kontrol ediyordu. Bir şey olmaz diyordum içimden, korkma, buradayım.
Ertesi sabah gene aynı saatte, aynı yerde Üsküdar dolmuşunu bekliyorduk. Gecesine gene aynı dolmuşa biniyorduk. Birkaç kez gelmediği oldu. Belki dolmuşu kaçırmıştı. Birkaç kez de ben gitmedim. Zaten işi de sevmiyordum, çalışmak içimden gelmiyordu.
Yaza doğru, havalar ısındıkça, günler uzadıkça, arkasına eskisi kadar bakmaz oldu. Sahil yolundaki esnaf dükkânların önüne sandalyeleri çıkarmaya, kahveler masalarını yığmaya, evler kapı baca açmaya başladı. İnsanlar sokağa taştı. Geleni geçeni seyretmeye koyuldular.
O, başı önünde sanki bir yerlere yetişecekmiş gibi, sanki birileri onu kovalıyormuş gibi, hızlı hızlı yürüyüp, önüm sıra neredeyse koşarak gidiyordu. Ben artık ağırdan almıyordum. Ben de hızlanmıştım. Başka türlü yetişemiyordum.
Onun yürüyüp geçtiği yerlerde insanlar aralarında konuşuyorlardı. Kimisi mankenmiş diyordu, kimisi yollu olduğunu söylüyordu, kimisi ne iş yaptığını bilmiyordu ama tahminlerin hepsi birbirinden kötüydü. Her şeyi duyuyordum.
Kimse lâf atmıyordu ama, o geçerken herkes yaptığı işi bırakıyor, konuşuyorsa susuyor, çirkin bir sırıtışla inceden inceye her yerini süzüyorlardı.
Hele, camiinin yanı başındaki dükkânda bakkaliye işleri yapan, yaşlı başlı torun torba sahibi Hacı Rüstem'i bu arsız adamların arasında görmek, canımı iyice sıkıyordu.
Sanki camiinin yanında dükkân sahibi olanlar ardan namustan yana temiz olmak zorundaymışlar, sanki hacca gidenlerin hepsi pürü pakmışlar, sanki yaşlı başlı torun torba sahibi olmak iyi yürekli olmaya yetermiş gibi, Hacı Rüstem'e fena içerliyordum. Bir yaz gecesi, Hacı Rüstem'in, "İşte bunun gibiler insanı dinden imandan eder. Böyle taze yaşta, böyle her yanı açık, böyle erkeksiz, sahipsiz, orta yerlerde dolanıp durur, insanı günaha sokarlar." dediğini duyunca, sanki kalbimden vuruldum.

0 yorum:
Yorum Gönder