Kokulu bir yol yazısı

Burnum, kendimi bildim bileli çok hassastır. Kokularla harmanlanmış hatıralarım ve bunların zihnimdeki imgeleri de çok canlıdır.
Patlıcan kızartması kokusu duyduğumda, yedi yaşımın bir yaz akşamüstünde İzmir'deki anneanne evindeki topan patlıcan kızartmasının kokusunu hatırlarım ve gözümün önüne o yılın tatil günleri gelir. Bağlı olarak yaz arkadaşlarımın yüzleri, İzmir Fuarı'ndaki Pakistan Pavyonunda görevli esmer genç kız, Ekici Över gazinosu, Beyaz Kelebekler'in afişleri, Ahmet dayımın balon tekerli bisikleti, Halkapınar Köprüsü kafamın içinde dönmeye başlar. 1973 yılı yazından ayrılmak istemem. Burnumun direğini sızlatan bir durumdur bu. Bu tad bir daha olmayacaktır ve bunu bilmek çokça hüzün biraz da acı verir.
Kokular çocukluk ve ilk gençlik günlerini hatıra getirdiği gibi o günlerin canlılığını da hissettirir. Her taze koku, hareketlenme ve bir yerlere gitme isteği verir. Yaşlanmakta olan bünyeye gençlik getirir.
Bu senenin ilk bisiklet turunu Büyükçekmece cıvarındaki köy yollarında yaptık. Önce uygarlık simgesi yüksek binaların arasından, sonra deniz kıyısından, sonra toprak yollardan geçtik. İki medeniyet noktası arasındaki köy yolundan giderken yine bir çocukluk kokusu duydum. Hızla büyümüş yabani otlardan gelen acımsı ferah koku. Hani adam boyuna varabilen, uçları dikenli, kenarları tırtıklı yaprakları olan koyu yeşil yabani bitkiler vardır. Hüdayınabit olarak yol kenarlarında bolca bulunur. Gövdesi kesilince süt kıvamında bir sıvı sızdırır. İşte bu bitkilerin çok olduğu yerlerden geçerken belli belirsiz bir koku hissedersiniz. İyi ya da kötü değil. Sadece var olan bir koku. Tabii ve hatıraları uyandırıcı bir koku.
1971 yılında Adapazarı'nda evimizin mutfak penceresini açtığımızda yandaki arsadan gelen kokunun aynısı. Soluğu daha derinlere çekmek isteği ve uzaklara gitme isteği uyandıran bir koku. Çok yeşil, çok ağaç, çok dere görmek isteğini bünyeye yerleştiren bir koku.
* * *
Karar verildi. Bisikletlerle dağlara vuracaktık. Deniz görecek, dere görecek, ağaca ve çiçeğe doyacaktık. Baharın bütün kokularını içimize çekecektik. Üç ahbap çavuşlar olarak yerimizde duramıyorduk. 17 Nisan 2010 sabahında başlayan ve iki günde şehrimizin Anadolu kısmında başlayıp Kocaeli il sınırlarına da giren 200 kilometrelik planı devreye soktuk. Neşeliydik. Güçlüydük.
Şükrü, Hakan ve ben kendimizi bu yola hazırladık. Bilemezdik ilk günün sonunda ikinci günü yapamayacak kadar çok yorulacağımızı. Bu yüzden bu yolda sadece bir gün vardır. İkinci gün bizde mahfuzdur.
* * *
Yolumuzu anlatırken bir yandan da eşlik eden kokulardan bahsetmek derdindeyim. Cumartesi sabahının ilk kokusu bisikleti akşamdan bagajına yüklediğim arabama binerken hissettiğim serin deniz kokusuydu. Uygun rüzgârla gelen bu koku nisan sabahında yeni kesilmiş çimlerden gelen koku ile beraber güzel bir gün başlangıcı hazzı verdi. Hedefimiz Kavacık'ta arabaları bırakıp bisikletleneceğimiz otopark olmak üzere yola koyulduk. Arabamdaki mevcut koku Yankee Candle ("Vanilla-Lime pump and go" yazıyor üzerinde ama siz yine de gönlünüzü bozmayın).
Kavacık'ta bisikletleri kurarken burunlarımızı taze kazılmış toprak kokusu ziyaret etti. Pıtırak gibi biten bölge plazalarından bir yenisinin temel çalışmasından geliyor olmalıydı. Kurduk bisikletleri, heybeleri bağladık, zincir-fren kontrollerini yaptık ve çıktık yola.
Çavuşbaşı, eski orman, yeni yerleşim yeri. Aralarda bol iğne yapraklı ağaç ve sabahın havasında reçineli eksoz kokusu. Cumartesi sabahında Polonezköy yolunda bunca araç ne geziyor? Saatlerimiz daha yedi buçuk.
Nihayet orman arası yol. Eksoz kokuları uzaklaşıyor. Ağaçların diplerindeki otlar, çürümüş yapraklar, yabani dikenler ve bir akşam önceden ıslanmış yoldan gelen taze koku. Bir yüzyıl bu kokuyu içime çekerek yaşayabilirim. Yokuş yağ gibi çıkılıyor. Kenarlarda "dikkat karaca çıkabilir" levhaları. Biz üç bisikletli biteviye karşımıza geyik çıkarsa ne yapacağımızın geyiğini yapıyoruz. Karnımız aç. Ölmek üzereyiz. Tam bu esnada Polonezköy'e giriyoruz. Otellerin ve pansiyonların bacaları tütüyor, odun dumanı ve kızartma kokuları ile meydana kadar geliyoruz. Midemiz karaciğeri ısırmaya çalışıyor. Kahvaltı sofrası. Mükellef. En içimize işleyen çayın kokusu ve yan masadaki ralli meraklısı ablanın heyecanla ekmek bandığı menemenden gelen koku.
* * *
Yeniden yola vuruyoruz. Yokuş aşağı inerken iyi de sonrası ne olacak? Cumhuriyet Köyü'nü geçerken, buranın Atatürk tarafından kurdurulduğunu konuşuyoruz. Polonezköy'e nazire bir köy. Ama fazla rağbet görmemiş gibi. Çayır-çimen kokuları hafiften geliyor. Gün yükseliyor ve Sahilköy sapağında kuzeye dönüyor, rampayı kucaklıyoruz. Kışı içeride geçiren sığırlar taze otu görünce saldırmışlar. Aşırı yemeyi müteakiben de yolu cıvık defi hacetleri ile mayınlamışlar. Sağ-sol yaparak aralarından geçiyoruz. Asla rahatsız etmeyen bir mayıs kokusu arkamızdaki ovadan gelen yabani ot kokuları ile karışıyor. Yokuş devam, terliyoruz ve yediklerimiz kana karışsa da güç verse diye dua ediyoruz.
Yokuş bittikten sonra Sahilköy'e doğru sırtın üzerinde harika bir sürüş başlıyor. Suya doymuş topraktan, çayırlıklardaki mor çiçeklerden, su birikintilerinin kenarlarındaki yosunlardan gelen koku eşliğinde bastıkça basıyoruz. Bir ara uzaklardan Karadeniz gözüküyor. Düze indiğimizde bizi tanıdık ama korkutan bir koku karşılıyor. Yağmur'un ilk yağdığı anda topraktan gelen o taze koku.
Bisikletleri salaş bir lokantanın sundurması altına çekip heybelerden yağmurlukları çıkartıyoruz. Giyip yola devam. Önce çiseleyen yağmur sonraları sağanak atakları yaparak tepeden tırnağa ıslatıyor. Şile-Ahmetli sapağına kadar iki saat yağmurla gidiyoruz. Bu bir yaşama savaşı ve asla doğadan gelen kokuları hissedecek halde değiliz.
Şile yönüne döndükten sonraki yarım saat yine ıslak zeminde sürüyoruz. Kan şekerimiz düşmüş olmalı ki her şeye sinirleniyoruz. Hemen çantalarda kremalı bisküviler çıkıyor, gövdeye indirince rahatlıyoruz. Hedef Şile girişindeki kır lokantası.
Hava açıyor. Baldırlarımız kopacak gibi ağrıyor. Lokantamız karşımızda. Semaverde çay ile ızgara et kokusu çok yoğun. Yolumuzun yetmişinci kilometresinde bunlara kavuşmanın zevki ile bacaklarımız titriyor. Bahçedeki üzeri kapalı alanda yerleşiyoruz. Semaveri yanımıza istiyoruz. Etleri söylüyoruz. Yiyecekler gelene kadar demliğin kapağını açıp açıp çay buharını kokluyoruz. Dayanamayıp yemek öncesi birer bardak içiyoruz. Saatlerimiz öğleden sonra üçü gösteriyor.
Etler büyük tabakta cızırdayarak geliyor. Yanında manda yoğurdu. Bu iki koku ile yoğunlaşan mutluluğumuz pirzola dilimlerinı ısırıp dişimizle kemiğinden ayırmaya çalışırken zirve yapıyor. Bu sırada etrafta yayılmakta olan horoz ve tavuk yanımıza kadar sokuluyorlar. Tek horoz ve tek tavuk olarak geziyorlar. Tavuğun sırtındaki tüyler tamamen dökülmüş. Bunun sebebinin "tek eşlilik" olduğundan bahsedip felsefesini yapıyoruz. Bundan eksik kalmadığımız iyi oldu diye düşünüyoruz.
* * *
Ağva'ya kadar gidilecek 45 kilometre var. Yeniden yoldayız. Derdimiz hava kararmadan menzilimize ulaşmak. Şile pas geçiliyor ve güney yolundan orman arasından devam ediyoruz. Buradaki ormandan daha çok kuru yaprak ve taze çayır kokusu geliyor. Biraz bunaldık. Yolumuz bitmek bilmiyor. Yokuşlar müthiş, kilometreler geçmiyor. Gün iniyor. Teke köyünde odun dumanı ve ekmek kokusu, vadiye indiğimizde de dere kıyısındaki sazlıkların kokusu hissediliyor. Ağrılı sırt ve bacaklar, rüzgâr yemekten perişan vücutlar keyfi sınırlandırsa da düzlük olan son on kilometrede deliler gibi pedal basıyoruz.
Ağva girişinde yanan sobaların, derenin ve denizin kokusuna karışmış ızgara balık kokusu ile karşılanıyoruz. Kilometre saatlerimiz 115 diyor. Gündelik sürüşlerimizin en uzunlarından birisi. Motelimizi buluyoruz. Tam derenin ağzında. Odalarımıza giriyoruz. Duvarları lambrili oda, kaloriferin de yanması ile nefis bir tahta kokusu ile dolmuş. Deterjan kokusu biraz geride kalmış. Yatak çok davetkâr.
Hikayeyi yarım bırakmayalım. Odalarımızı bulduğumuzda saat akşamın dokuzuydu. Sıcak duş sonrası güzel giyinip iki lokma yemek için dışarı çıktık. Gerçekten de yorgunluktan iki lokma yedik. Geri döndüğümüzde odalara dağıldık. Ben yatağa girerken "bu sene bir daha bisiklete binmesem de olur" diyordum. Hemen uyudum.

0 yorum:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails